Ana içeriğe atla

Kayıtlar

yalnız ev

ben değil ama benim evim mutsuz ve yalnız sanırım her akşam her akşam bir sessizlik bakıyorum bakıyorum masa ve sandalyeler yalnız ve üzgün koltuklar da üzgün tekli koltuklar daha da üzgün duruyorlar tek olmayı onlar da biliyor sanırım başka bir odaya geçiyorum,  orada da kimse yok hiç kimse uğramamış bu eve sanki bu eşyalar hiç kimseyi tanımamış dört kişilik masa sanki hiç dört kişilik olmamış  yani bu kadar mı sessiz olur bir de bu kadar sessizlik içinde ağlasan kimse de duymaz gülsen sessizlik daha da kabarır ardından sadece o da değil  derin bir uyku gibi hiç gitmeyen bir ağırlık var istemiyorum ama var işte  kovamıyorum  benim evdeki diğer odada da o kalıyor  hoş bana sormadı yerleşirken  bir gün eve geldim oradaydı  herkes de çok yalnız olunca evin içinde bilirsiniz yalnızlık hasta eder insanı, takatiniz kalmaz hiçbir şey fark etmez artık  e işte öyle olduğu için kimse karşı çıkmadı şimdi beraber yaşıyoruz  ya da sadece o yaşıyor...
En son yayınlar

#yazar isim bulamadı, kusura bakmayın

  Hayatım boyunca yazmaya hep eğilimliydim. Henüz küçük bir çocukken babamın set halinde aldığı fakat yaşım için erken olan kitaplar okur ve o kitapların  bende bıraktıklarını yazardım. Yalan değil çok şey bırakırlardı. Fakat benim onlara tutunabilmek konusunda söylediğim hikayeler doğru değil. Birer uydurmaca. Kitaplar benim için bir mağaraydı. Cahil bir insanken o mağaranın duvarlarına ilk resimlerimi çiziyordum. Ardından efsaneler uyduruyordum bir yandan papirüsü bulup üzerine ezberlediğim o ilk kitabın ilk on yedi sayfasını cümlesi cümlesine yazıyordum. Kalbim bir hayli sıkışırken beni yazmaya devam ettiren şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Parmaklarımın uçları alev topları her bir tuşun üzerinde bir saniyeden fazla kalamıyorlar. Parmaklarımdan vücuduma kadar misafirim. Sahip olduğum kalbin bu kadar hızlı atmasının hiçbir sebebi yok. Çünkü o da benim için geçici bir eşya. Bir antika. Bir gün bir antikacının camından görünecek ‘’satılık kalp.hiç kullanılmadı’’ hemingway bir kez...

Antika Dükkanı

Geçen gün bir antikacıya girdim, gezerken denk gelmiştim. Çok tuhaf geldi. Daha önceden de antikacı gezdim mi hatırlamıyorum açıkçası ama burayı gezerken içimde tuhaf bir his oluştu. Bir sürü farklı eşya: yüzükler, gözlükler, madalyalar, el işi yapılmış çanak çömlek, kitaplar, plaklar, daktilolar, kartpostallar, fotoğraf makineleri, çantalar, tablolar, kasetler…Bir insanın sahipliğini yaptığı, bir başkasının anısı olmuş bir sürü eşya. Daha sonra da bir başkasının anısı olacak bir sürü eşya. Belki verecek kimsesi olmadığından belki de böylesi daha uygun görüldüğü için o dükkana bırakıp gidilmiş onca eşya, onca anı. Anılar dükkanı. Yan yana duran birbiriyle alakası olmayan farklı insanların ellerine değmiş onca eşya. Nasıl bir his olmalı bu? Yani kendi anılarını o dükkanda bırakıp gitmek nasıl bir his? Belki de ben hayatımdaki her şeye fazlasıyla bağlı olduğum için bu kadar abartılı düşünüyorum. Yine de tuhaf geliyor. Hiç tanımadığım insanların fotoğraflarına denk geldim. Hiç bilmediğim ...

Boşluğa Bakan Kadın

Hayat boyunca misafirler olurdu. Evimize gelenler, kalbimize gelenler, aklımıza gelenler… Birçoğu bizden önce gittiler, bazıları da baktığımız yerde kaldılar ya da biz onlara bakakaldık. Sabah kahvaltısını beraber yaptılar, bahçeye baktılar, akşam yemeğini bazen ayrı yediler. Dağlarda sırtında koca ot balyası ile oradan oraya taşır gibi hayatı ellerinde kendisiyle taşıdı. Serenderin taşında oturup önündeki mısır tarlasını izledi hayatı boyunca. Arka evdeki komşunun, aynı zamanda akrabasıydı da sanırım, çocukları gelip gitti; kendi çocukları gelip gitti; torunları gelip gitti. Bazen kızı geldi uzun süre gitmedi, onunla yaşadı. Kocası erken gitti. Onun evlilik yüzüğünü de diğer parmağına taktı. Biraz daha yalnız oldu. Biraz daha mısır bahçesiyle ve inekleriyle ilgilendi. Hala komşular vardı. Sonra üç kardeşten biri, tek erkek çocuk, tren kazasında öldü. Büyük bir çığlık. Yıllar sonra bile misafirlikte otururken biri “ o gün senin attığın çığlık hala kulaklarımızda dedi”.  Kız karde...

Kendimle Konuşuyorum

İlk satıra ne yazsam da bir şekilde sizi kolunuzdan tutsam oturtsam karşımdaki koltuğa diye düşünüyorum. Ne yazsam da çok merak edilesi bir şey olsa. Ama kaçırdım o fırsatı dimi? Önemli değil merak etmeyin ben daha ne fırsatlar kaçırdım, hatta bazılarını kaçırmakla kalmadım ellerime kendim uğurladım. Bazen öyle olması gerekir, öyle de oldu zaten, benim fikrim alınmadı. Böyle şeylerde sizin fikriniz de alınmaz bilirsiniz. Neyse, nereden başlasam. Birden bire bir giriş olacak, kusura bakmayın ama ağzıma kadar dolmuş durumdayım. Hemen şimdi dökeceğim her şeyi. Artık kim nasıl ne zaman bir daha beni yerden toplar veya biri (ben de dahil) buna zahmet eder mi bilmiyorum. Önemli değil artık yerli yerinde olmanın, bir şeye benzemenin de lüzumu yok. Lüzumu olan bir şey de var mı onu da anlamış değilim. Zaten ben çoğu şeyi anlamadım. Yaşama fikri vardı aklımın ucunda, ortasında hatta. Aklımın ortasına kurulmuş bir yaşama fikri vardı, birkaç yapılacaklar listesi sonra alınacaklar listesi, işte ...

Belki de çoktan sona erdim

Belki de çoktan sona erdim. Bildiğim şeyleri zorla kendime döndürmeye elimde kalan son kırıntılarla bir şeyler oluşturmaya çalışıyorum ama gerçekten de içime bakarsak kim olduğumu anlayamıyorum. Yazmak, yazabilmek için hissetmem gerektiğini, en azından aklımda bir iki şey olmasını gerektiğini düşünüyorum. Histeri krizindeymişim gibi aklım yerinden oynasın ve benden ötede var olan düşünceleri fark edeyim istiyorum. İstiyordum. Ama bugün bir arkadaşım hissetmeden yazdığını söyledi. Hissetmeden yaşarken, hissederek yazmayı bekleyen kendimin bu durumda nerede olduğunu düşündüm. Kendimi belli etmek ya da bir insana dokunabilmek için içimde his olması gerekir diye düşünüyordum. Peki ya hissetmeyenler? Kafasında sürekli beyaz rüzgarlar esen artık ismini unutan ve düşündüğü şeyleri kendi sularında batırmış olan insanlar nasıl yaşıyor? Her an bir şey hissetmenin ve tüm hayatı tutkuyla yaşamanın en doğrusu olduğunu düşünürdüm sürekli. Hiçbir zaman beceremedim. Kendimi sınırsız boşlukların içinde...

Tiyatro Öncesi

Ben yüzümde taşıyorum bu hayatı. Yanımda olan ama benden bir parça olmayan insanlarla yaşıyorum. Aklımda; izlediğim, gördüğüm, dikkatli baktığım ya da önemsiz görüp geçtiğim anların izi var. Kafamı başka tarafa döndürsem de içindekiler bunu kabul etmeyip aynı yöne gitmek isteyecekler. Varlığından emin olmadığım bir yolculuk için fazlasıyla kararsız ve kalıcı şeyler hissediyorum.  Elini tuttum ve merdivenleri indik. Tiyatro oyunu ya da balerinlerin vücutlarındaki her bir parçayı özveri ile oynattıkları andaki gibiydi her şey. Devinim içinde kendi halinde ayrı bir ayrıcalığa sahipken ayrıcalıkların bir bütün olarak hayattan bazen daha güzel bazen de daha kötü bir parçaya dönüştüğünü görüyordum. Bir ayağını diğerinin önüne atması ve aynı zamanda yüz şekillerinin onun izleriyle değişmesi kar yağması kadar bilinir olsa da, ben sadece bir tane eşi benzeri olmayan kar tanesi görüyor gibiydim. Resmini çizecek olsaydım hangi çizginin nasıl olacağını ve nerede gölgelendirme yapacağımı, en ço...