Ana içeriğe atla

#yazar isim bulamadı, kusura bakmayın

 



Hayatım boyunca yazmaya hep eğilimliydim. Henüz küçük bir çocukken babamın set halinde aldığı fakat yaşım için erken olan kitaplar okur ve o kitapların  bende bıraktıklarını yazardım. Yalan değil çok şey bırakırlardı. Fakat benim onlara tutunabilmek konusunda söylediğim hikayeler doğru değil. Birer uydurmaca. Kitaplar benim için bir mağaraydı. Cahil bir insanken o mağaranın duvarlarına ilk resimlerimi çiziyordum. Ardından efsaneler uyduruyordum bir yandan papirüsü bulup üzerine ezberlediğim o ilk kitabın ilk on yedi sayfasını cümlesi cümlesine yazıyordum. Kalbim bir hayli sıkışırken beni yazmaya devam ettiren şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Parmaklarımın uçları alev topları her bir tuşun üzerinde bir saniyeden fazla kalamıyorlar. Parmaklarımdan vücuduma kadar misafirim. Sahip olduğum kalbin bu kadar hızlı atmasının hiçbir sebebi yok. Çünkü o da benim için geçici bir eşya. Bir antika. Bir gün bir antikacının camından görünecek ‘’satılık kalp.hiç kullanılmadı’’ hemingway bir kez daha ormanlara dalacak kalemini bırakıp. O hayvanların peşinde koşarken ben bihaber olduğum kalbimi yoklayacağım. Hala yeterince eski olup olmadığı yoklayacağım. Vitrinde güzel dursun diye süslenmek isteyecek. Fakat çok hızlı hareket ettiği için yalnızca birkaç kere ovalayacağım üzerini. Sonra paltosu kaldırımların üzerinde hayalet bir tebessüm bırakan bir adam gelecek. Kalbimi o iri elleriyle avuçlamadan önce onun Wells’in bir numaralı adamı olduğunu anlayacağım. Hemen ardından kitap hırsızları koşacak caddeler boyu. Arkalarında okunmamış sayfalar onları kovalayacak. Buradan eyfel’e eyfel’den ta çin seddi’ne kadar. Annem bir gece biri yirmi yedi geçe telefonda çok iyi bildiği fakat inkar ettiği şeyleri söyleyecek. Hep bildiği fakat hiç denemediği konularda tavsiyeleri ruh eşini hiç bulamamış bir kadının saçlarına inci dizer gibi dizecek. Ruhunu kaybetmeye çok yakın olan kadının saçı bahsedilen o sırat köprüsünden daha ince. Tekrar vitrine çevirdim kafamı. Uzun paltolu ve sihirbazın şapkasını takan adamın görünmeyen kan izleri var elinde. Bir köyden yeni çıkmış. Koşa koşa buraya atmış kendisini. Görür görmez vurulmuş vitrindeki satılık kalbe. Hiç kullanılmamış bu kalp ve sonuna kadar bir saç teline dizilen inciler. Evvelinde demiştim ki birini seversen ona çiçekler alırmışsın birini çok seversen ona kendi çiçeklerini verirmişsin. Eski bir şiir bu. Fakat o eski şiirin dizelerinin arasında işgüzar birisinin parmak izleri var. O şiirin sonunda da demişti ki şair. Ben şimdi çiçekler yetiştireceğim eğer şanslıysan mezarıma ekeriz yeterince şanssızsan bunları sana hediye ederim. Böylece yolun sonunda o çiçekler bizim mezarımıza ekilir. Mezar taşına yazar mahalleli ‘’çiçeği burnunda iki çocuk’’ elleri gördüğü en vintage kalp karşısında neredeyse terleyen köyden yeni çıkan paltolu , avuçlarının arasına aldı işlevini yitirmiş lüzumsuz bir organı. Doğuya bakacağız güneş batıdan üzerimize doğarken. Ama o kadının saç telinin inceliği kadar ruhunun da bir inceliği var. Ruhu bir deri bir kemik. Meleğim ,dermiş çocuğuna hep. Aklıma tüller ve silah gelir daima. Kadının saçlarından dökülen inciler kitap hırsızlarının ayaklarına dolanacak. Kalp yine hızlandı fakat bir yabancının ellerinde. Vitrindeki kalp satın alınmıştı. Tanrı ne kadar çok şey yarattığına pişman olacak mı? Yoksa yolladığı paltolu adam başkalarının vitrinine o terleyen ellerini uzatırken yalnızca bir seyirci mi olacak? Paris’in göbeğinde o kocaman opera binasında Eric de bir seyirciydi. Mahzenleri keşfedilene dek. Vitrindeki kalbi alan adam daha birçok kalpte gözü olan bir insandı. Ekseriyetinde herkesi bulur diyecekler. O halde bizim antikacı ne kadar zengin biri. Bir elinde benim kalbim öteki elinde bir tren dolusu taptaze çiçeği burnunda kalpler. Bizim antikacı ellerini şıklatacak ve yaratıcının bile kendisinden üstün olmasına dayanamayan insanların kalplerini eritecek. Yazık.hümanist olduğunu söylerlerdi. Bu aralar merak ediyorum ya Shakespeare’i hümanist yapan neydi. Annem telefonda o çoluk çocuğa günah derken hemen sol kolundaki melek sırıtıyor muydu? Yoksa sadece başka evlerin çocuklarına mı yazıktı? Başka evlerin çocukları mı çok kırılgandı? Babalarının pelerinli olduğunu düşündükleri çocuklar onları o köprünün trabzanlarından düşerken tutabiliyor muydu? Sahi benim bıraktığım emanet vitrinde toz bağlamış mıydı? Çünkü bilirsiniz burada geçen on dakika antikacılar ülkesinde on yıla denktir. Şimdinin nasıl geçtiğini anlamak mümkün değildir fakat geçmiş hep çok uzun sürer. Sürdükçe sürer fakat gelecekte yaralara merhem sürer. Bu ilginç çatışmada ortada kalakalırsınız. Eteğinizi çekiştiren iki yaramaz çocuk. Birisi geçmişin öteki geleceğin. Biri benim kalbim öteki hemingway’in.



jane 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tiyatro Öncesi

Ben yüzümde taşıyorum bu hayatı. Yanımda olan ama benden bir parça olmayan insanlarla yaşıyorum. Aklımda; izlediğim, gördüğüm, dikkatli baktığım ya da önemsiz görüp geçtiğim anların izi var. Kafamı başka tarafa döndürsem de içindekiler bunu kabul etmeyip aynı yöne gitmek isteyecekler. Varlığından emin olmadığım bir yolculuk için fazlasıyla kararsız ve kalıcı şeyler hissediyorum.  Elini tuttum ve merdivenleri indik. Tiyatro oyunu ya da balerinlerin vücutlarındaki her bir parçayı özveri ile oynattıkları andaki gibiydi her şey. Devinim içinde kendi halinde ayrı bir ayrıcalığa sahipken ayrıcalıkların bir bütün olarak hayattan bazen daha güzel bazen de daha kötü bir parçaya dönüştüğünü görüyordum. Bir ayağını diğerinin önüne atması ve aynı zamanda yüz şekillerinin onun izleriyle değişmesi kar yağması kadar bilinir olsa da, ben sadece bir tane eşi benzeri olmayan kar tanesi görüyor gibiydim. Resmini çizecek olsaydım hangi çizginin nasıl olacağını ve nerede gölgelendirme yapacağımı, en ço...

yalnız ev

ben değil ama benim evim mutsuz ve yalnız sanırım her akşam her akşam bir sessizlik bakıyorum bakıyorum masa ve sandalyeler yalnız ve üzgün koltuklar da üzgün tekli koltuklar daha da üzgün duruyorlar tek olmayı onlar da biliyor sanırım başka bir odaya geçiyorum,  orada da kimse yok hiç kimse uğramamış bu eve sanki bu eşyalar hiç kimseyi tanımamış dört kişilik masa sanki hiç dört kişilik olmamış  yani bu kadar mı sessiz olur bir de bu kadar sessizlik içinde ağlasan kimse de duymaz gülsen sessizlik daha da kabarır ardından sadece o da değil  derin bir uyku gibi hiç gitmeyen bir ağırlık var istemiyorum ama var işte  kovamıyorum  benim evdeki diğer odada da o kalıyor  hoş bana sormadı yerleşirken  bir gün eve geldim oradaydı  herkes de çok yalnız olunca evin içinde bilirsiniz yalnızlık hasta eder insanı, takatiniz kalmaz hiçbir şey fark etmez artık  e işte öyle olduğu için kimse karşı çıkmadı şimdi beraber yaşıyoruz  ya da sadece o yaşıyor...

Antika Dükkanı

Geçen gün bir antikacıya girdim, gezerken denk gelmiştim. Çok tuhaf geldi. Daha önceden de antikacı gezdim mi hatırlamıyorum açıkçası ama burayı gezerken içimde tuhaf bir his oluştu. Bir sürü farklı eşya: yüzükler, gözlükler, madalyalar, el işi yapılmış çanak çömlek, kitaplar, plaklar, daktilolar, kartpostallar, fotoğraf makineleri, çantalar, tablolar, kasetler…Bir insanın sahipliğini yaptığı, bir başkasının anısı olmuş bir sürü eşya. Daha sonra da bir başkasının anısı olacak bir sürü eşya. Belki verecek kimsesi olmadığından belki de böylesi daha uygun görüldüğü için o dükkana bırakıp gidilmiş onca eşya, onca anı. Anılar dükkanı. Yan yana duran birbiriyle alakası olmayan farklı insanların ellerine değmiş onca eşya. Nasıl bir his olmalı bu? Yani kendi anılarını o dükkanda bırakıp gitmek nasıl bir his? Belki de ben hayatımdaki her şeye fazlasıyla bağlı olduğum için bu kadar abartılı düşünüyorum. Yine de tuhaf geliyor. Hiç tanımadığım insanların fotoğraflarına denk geldim. Hiç bilmediğim ...