Ana içeriğe atla

Yalnızlığımdan Uyanamıyorum



 

Başka türlü bir hayatın hayali bu hayatın gerçeğini ayaklar altına alıyor. 

Üst üste atılmış battaniyelerin altında derin bir uykudayım. Tekrar uyanmak istemediğimi bildiğim için kendimi uyutuyorum. Yüzyıl daha uyuyacak gibiyim. Ara sıra içeriden sesler duyuyorum, sesler beni korkutuyor, uyanacağım diye çok korkuyorum. Tek korkum bu değil ama uyanmaktan daha çok korkuyorum çünkü o zaman bir şey yapmam gerekir. En basitinden kalkıp bir şeyler yemem lazım çünkü çok uzun zamandır uyuyorum. İçimde ne su ne yemek var. Yine de açlık hissetmiyorum, tek hissedebildiğim korku ve bıkkınlık. Kulaklarımı bütün seslere kapattım. Tek gördüğüm şey içinde bir sürü insanın olduğu karışık rüyalarım. Onlar da olmasa sadece kendimle baş başa kalacağım. Gri bir sessizlik içinde kalacağım. Beyaz değil gri çünkü önceki seslilik hali ne kulaklarımdan ne de beynimden siliniyor, hala duymaya devam ediyorum. Unutamıyorum. Belki de unutmamam lazım. Eğer kendimle tamamen baş başa kalırsam gerçekten kendimi fark edebilirim. O zaman ne yaparım. Kendimi dinlemeyi bile bilmiyorum henüz;  ya çok konuşursam onca cümleyi nasıl aklımda tutarım. Hem şimdi kendimle tanışırsam bu yeni bir sorumluluk daha demek, ben zaten sorumluluklardan kaçmak için uyuyorum. Saatler oldu ne kahvaltı ne de öğle yemeği için uyandırdım kendimi. Akşam yemeğini de geçtik. Böyle devam edip kendimi bir daha uyandırmayacağım. Sonra bir sabah kalkıyorum, yatağımda kendimi bulamıyorum. Yokum. Kendime haber vermeden uzaklara gitmişim. Neyi sevdiysem yok olmuş; artık aynı şeyleri sevmiyor gibiyim. Dünkü konuyu unutmuşum. Geçmişe bakıyorum çünkü bu sabah, bu uyanmak çok yabancı geliyor oysa geçmişi de hatırlayamıyorum. Bazen de hatırlamak istemiyorum. Biri son dakika masanın üstüne bir şey serer gibi geçmişini koymuş belleğime. Odamın renkleri bugün daha farklı, gözlerim aynı yerde, aynı yolları kullanarak görüyor ama gördüğü şeyler değişmiş. Her şey bu kadar aynıyken, bir sabah, hiçbir şey tanıdık gelmiyor. Bir gecede tüm hislerim kendini yakalamış ve asmış. Sabaha kalmadan, rüyamda, çoktan kendimi unutmuşum ve beni bana hatırlatacak hiçbir şey yok gibi. O gün, nedense hep bu zamanlarda denk gelir, etrafımdakiler de beni tanımıyormuş gibi. Benim hakkımda söyledikleri sözler, verdikleri cevaplar ve anılarımız da uyandığım sallantılı sabah kadar boş. Bütün bir hayat benimle işini bitirmişçesine beni bir köşeye bırakmış sonra da hiç utanmadan terk etmiş sanki. Her gün bunun hayalini kurdum aslında; bir gün gelse de trafik lambaları, hızlı bisikletçiler, sonbahar yağmurları, kış güneşi, kaynamaktan taşan süt ve asılmayı bekleyen ıslak kıyafetler beni unutsun ve hakkımda tek bir söz etmesin istedim. O gün bu kadar çabuk geldi işte. Uzak gördüğümüz “o” günler hep böyle çabuk gelir ve biz her defasında kendimizi o günlere hazırız sanarken tam takır kuru bakır olarak açarız kapıyı. Yerimden kalkıp da o günlere gelirken yaşamayı çok hızlı tükettim ve yeniden başlamak isteyip istemediğimi soruyorum kendime. Birden içinde küçük bir umudu tutarak yalnızlık geliyor. Mutfak masasında, beyaz ışıkta çayın kaynamasını beklerken neyi düşündüğümü tam olarak bilmezken ama yine de ne düşündüğümün hakkında fikrim varken birden geliyor. Bazen ne kadar istesem de mutfak masasından kalkıp gitsem de yeni bir gün gelip içime girmiş olsa da yalnızlık hissini atamıyorum. Bir gün daha, saat beşte, aynı sokağın artık bina olmayan kısmına bakarak önceki geceler hissettiğim şeyleri yeniden düşünüyorum. Görünmez ağlar birbirine geçiyor; artık pirincin taşını ayıklayamıyorum. Yazılar, sesler, midem, aklım ve en önemlisi pirincin taşı karışıyor. Neyi düşündüm, ne oldu, ne olması lazımdı. Özellikle de sonuncusu beni mahvediyor. Çünkü hep biliyorum bu olması lazım olan değildi. Bunları aklımda gezdirerek aynı evin aynı birkaç odasında duruyorum ve durdukça eskiyorum. Benimle beraber düşüncelerim de eskiyor çünkü her gece ve her gün onları zihninde misafir etmekten yaş aldırmışım onlara. Utanmasam onların da yaş günlerini kutlayacağım ama yapmıyorum. Gerçekten de utanıyorum çünkü onlardan. Düşüncelerim yaş aldıkça büyüyüp benden güçlü oluyorlar oysa ben zaman aldıkça daha da zayıflıyorum. Artık aklımda bir delik varmış ve orada benden gizli birileri toplantı yapıp bazı kararlar veriyormuş gibi kendi zihnimden haberim olmuyor. Kendi zihnimde bile dışlanıyorum. Her an bilmeden aynı oyuna tekrar düşüyorum ve aynı soruyu tekrar soruyorum. Binlerce, yüzlerce kez. Nefret ederek; sormaktan cevabını bilmekten tiksinerek. Ne zaman bu döngü kırılacak? Bir gün uyanıp da aklımdaki düşünceleri yeni bir güne daha sürüklemekten ya da onların beni sürüklemesinden vazgeçecek miyim? Yoksa her şeye alışmak bu kadar mı baştan çıkarıcı? Travmasını bırakmak istemeyen yüzündeki farklı maskelerle yaşayan ve hangisinin kendisi olduğunu bilmeyen insanlar gibi mi yaşayıp gideceğim?

rosie

  

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tiyatro Öncesi

Ben yüzümde taşıyorum bu hayatı. Yanımda olan ama benden bir parça olmayan insanlarla yaşıyorum. Aklımda; izlediğim, gördüğüm, dikkatli baktığım ya da önemsiz görüp geçtiğim anların izi var. Kafamı başka tarafa döndürsem de içindekiler bunu kabul etmeyip aynı yöne gitmek isteyecekler. Varlığından emin olmadığım bir yolculuk için fazlasıyla kararsız ve kalıcı şeyler hissediyorum.  Elini tuttum ve merdivenleri indik. Tiyatro oyunu ya da balerinlerin vücutlarındaki her bir parçayı özveri ile oynattıkları andaki gibiydi her şey. Devinim içinde kendi halinde ayrı bir ayrıcalığa sahipken ayrıcalıkların bir bütün olarak hayattan bazen daha güzel bazen de daha kötü bir parçaya dönüştüğünü görüyordum. Bir ayağını diğerinin önüne atması ve aynı zamanda yüz şekillerinin onun izleriyle değişmesi kar yağması kadar bilinir olsa da, ben sadece bir tane eşi benzeri olmayan kar tanesi görüyor gibiydim. Resmini çizecek olsaydım hangi çizginin nasıl olacağını ve nerede gölgelendirme yapacağımı, en ço...

yalnız ev

ben değil ama benim evim mutsuz ve yalnız sanırım her akşam her akşam bir sessizlik bakıyorum bakıyorum masa ve sandalyeler yalnız ve üzgün koltuklar da üzgün tekli koltuklar daha da üzgün duruyorlar tek olmayı onlar da biliyor sanırım başka bir odaya geçiyorum,  orada da kimse yok hiç kimse uğramamış bu eve sanki bu eşyalar hiç kimseyi tanımamış dört kişilik masa sanki hiç dört kişilik olmamış  yani bu kadar mı sessiz olur bir de bu kadar sessizlik içinde ağlasan kimse de duymaz gülsen sessizlik daha da kabarır ardından sadece o da değil  derin bir uyku gibi hiç gitmeyen bir ağırlık var istemiyorum ama var işte  kovamıyorum  benim evdeki diğer odada da o kalıyor  hoş bana sormadı yerleşirken  bir gün eve geldim oradaydı  herkes de çok yalnız olunca evin içinde bilirsiniz yalnızlık hasta eder insanı, takatiniz kalmaz hiçbir şey fark etmez artık  e işte öyle olduğu için kimse karşı çıkmadı şimdi beraber yaşıyoruz  ya da sadece o yaşıyor...

Antika Dükkanı

Geçen gün bir antikacıya girdim, gezerken denk gelmiştim. Çok tuhaf geldi. Daha önceden de antikacı gezdim mi hatırlamıyorum açıkçası ama burayı gezerken içimde tuhaf bir his oluştu. Bir sürü farklı eşya: yüzükler, gözlükler, madalyalar, el işi yapılmış çanak çömlek, kitaplar, plaklar, daktilolar, kartpostallar, fotoğraf makineleri, çantalar, tablolar, kasetler…Bir insanın sahipliğini yaptığı, bir başkasının anısı olmuş bir sürü eşya. Daha sonra da bir başkasının anısı olacak bir sürü eşya. Belki verecek kimsesi olmadığından belki de böylesi daha uygun görüldüğü için o dükkana bırakıp gidilmiş onca eşya, onca anı. Anılar dükkanı. Yan yana duran birbiriyle alakası olmayan farklı insanların ellerine değmiş onca eşya. Nasıl bir his olmalı bu? Yani kendi anılarını o dükkanda bırakıp gitmek nasıl bir his? Belki de ben hayatımdaki her şeye fazlasıyla bağlı olduğum için bu kadar abartılı düşünüyorum. Yine de tuhaf geliyor. Hiç tanımadığım insanların fotoğraflarına denk geldim. Hiç bilmediğim ...